Bir pazar günüydü. Yalnız, çaresiz ve umutsuz olduğum günlerin geride kaldığını düşünmeye başlamıştım. Yepyeni bir umut doğmuştu içimde. Şehrin en ünlü semtlerinden birinde, küçük bir kafeterya'da oturmuş, onu bekliyordum. Bütün gece yolculuk etmiş, başka bir şehir'den oraya gelmiştim. Uykusuzdum. Otobüste uyumaya çalışmış, fakat yolculardan birinin ağlayan bebeğinin hıçkırıkları bir türlü beni uyutmamıştı. Ben de yolculuk boyunca hep onu düşünmüştüm. Zaf, diyordu kendisine. Arkadaşlarıda böyle hitap ediyorlarmış ona. Gerçek ismini bilmiyorum. Sormak istememiştim de zaten. İsminin ne önemi vardı ki. Bir kitapta okumuştum. Bir insanın ismi, o insan ile ilgili en son şeydir diyordu. Çünkü bu ismi başkaları seçer ve onu etiketlerler. Söylemeden geçemeyeceğim. Zaaf, edebiyat hastasıymış. Dostoyevski'nin en sevdiği yazar olduğunu bana söylemişti. Yazar olmak istediğini de laf arasına sıkıştırmıştı. Yazar olmak isteyen genç bir hanımefendi ile tanışmıştım. O gün için sözleşmiştik. Bütün gün beraber olacaktık. Kafeterya'da çalışanlardan başka kimsecikler görünmüyordu. Sabah'ın erken saatleriydi. Uyku giderek bastırıyor, gözlerim istemsizce kapanıyordu. Oturduğum koltuğa iyice yayılmıştım. Kalp atışların şiddetleniyor, onu göreceğim için içim kıpır kıpır oluyordu. Buluşma için kıyafetlerimi özen ile seçmiş, saçlarımı taramış, parfüm şişe'sini neredeyse boşaltmıştım. Yapacak başka bir şey kalmadığını düşündüğümde, kapıyı kapatıp evden çıkmıştım. Kafeterya'nın içersinden dışarısını çok rahat görebiliyordum. Kel kafalı, hafif göbekli, en fazla kırk yaşlarında biri, yürüyen insanları durdurmaya çalışıyor ve ellerinde tutmuş olduğu montu göstererek bir şeyler söylüyordu. Saman sarısı saçlı, yanakları kırmızı çocuk ise siyah büyük poşetin önünde bekliyordu. Bu satıcı epey dikkatimi çekmişti. Çok iyi esnaf olduğu belliydi. Çocuk sürekli siyah büyük poşet'ten naylon içersindeki montları çıkarıyor ve (zannediyorum ki bu satıcı çocuğun babası olacaktı) ona veriyordu. Kurtlar sofrasıydı bu şehir. Ne kadar bitirim olursan, karnını o kadar fazla doyurursun. Bu şehir fırsatçı olan şehirlerden. Benim yaşadığım şehir sessiz ve içe kapanıktı. Böyle bitirim satıcılar pek yoktu, yaşadığım şehirde. Dakikalar geçip gidiyor ve satıcıyı izlemek, artık eskisi kadar zevk vermiyordu. Garson'a seslendim ve bir fincan kahve söyledim. Çünkü kafeterya'da oturduğum epeyce olmuştu. Ve bir şeyler içmeden oturuyor olmam, bana yakışıksız bir davranış gibi geliyordu. Ayrıca da kahve bastıran uykumu def edebilirdi. Beş altı dakika sonra garson kahve'yi gülümseyerek masa'ya koydu. Teşekkür ettim. Ve kahve'den bir yudum aldım. Birden Zaf'ın bana doğru geldiğini gördüm. Hiçbir şeyin onu çirkinleştirmeye cüret edemeyeceği kadar güzel görünüyordu. Dudakları boyalıydı. Gözlerine siyah kalem çekmişti. yemyeşil gözleri parıldıyordu. Kahverengi saçları uzun ve parlak görünümlüydü. Telaşlanarak, ayağa kalktım ve ''Hoşgeldin'' dedim. Sesim titriyordu. Zaf, elini uzattı bana. Gözlerim parmaklarına ilişti. Capcanlı, uzun ve ince parmakları olan bir el'di tuttuğum. ''Hoşbulduk'' dedi ve elimi bırakarak, koltuğa kendini bıraktı. Konuşmakta sıkıntı çekiyorduk. Kafeterya giderek kalabalıklaşmaya başlamıştı. Sanki ilk kez buluşuyorduk. Zaf sessizliği en sonunda bozdu. Gülümseyerek, yolculuğun nasıl geçtiğini sordu. ''İyi geçti'' diyerek yanıtladım. Yemyeşil gözleri o kadar güzel görünüyordu ki. Zaf, yutkundu ve konuşmaya başladı.
- Özür dilerim. Çok beklettim mi? Neyse, kendimi affettireceğim sana. Uyku ilacı aldığım için uyanamadım. Sana hediye almıştım. Acele ile evden çıktığım için hediyeni unuttum. Makyajı bile otobüste yaptım.
- Önemi yok dedim. Ayrıca da seni beklemek, bile mutluluk verici bir şey. Hediye için çok teşekkür ederim. Çok düşüncelisin. Kargo'yu filan boşver. Bir daha ki buluşmamızda, kendi ellerin ile bana verirsin.
- Anlaştık dedi Zaf. Saçları ile oynuyor, yemyeşil gözlerini benden ayırmıyordu.
- Geçen gün sahaftan baskısı tükenmiş bir kitabı satın almıştım. Çok ünlü bir yazarın, Solgun Ateş adlı bir romanıydı. Birden, çantam'da bulunan kitabı Zaf'a hediye etmeyi düşündüm. Çantamı açtım ve kitabı çıkarttım. Zaf'ın bakışları parlak görünümlü kitaba ilişti.
- O kitap nedir öyle? diye sordu.
- Senin için diye karşılık verdim. Sen hediyeni unutmuşsun ama ben hediyemi getirmeyi unutmadım.
- Çok ince olduğunu söylemiş miydim?
- Hayır. Şimdi duyuyorum senden. Ne demek. Lafı bile olmaz.
- Beni çok iyi dinlemeni istiyorum dedim. Ciddi bir ses tonuyla.
- Elbette diye yanıtladı.
- Zaf, içim kıpır kıpır. Seni düşünmediğim bir an bile yok. Seni düşünmek beni o kadar mutlu ediyor ki. Otobüste, sol dirseğimi cam'ın kenarına koyarak, sana söyleyeceklerimi toparlamıştım. Şimdi, senin karşında hepsini unuttum. İçimden geldiği gibi konuşacağım. Ben seni seviyorum. Belki ''Seni seviyorum'' çok kullanılmış ve giderek anlamını yitirmiş, sürekli söylenerek ihanetlere, cinayetlere, sebep olmuş bir şey seni seviyorum demek, ama öyle işte. Ben seni seviyorum. Ve buraya geldim. Çünkü yepyeni bir hayata başlamak için. Ben seni tanımadan önce çok yalnız biriydim. Kuyunun dibindeki taş gibi. Sen öyle bir zaman da çıktın ki karşıma. Yaşamak için, son umudum oldun. Şuan soluyorsam, işte senin sayende.
Zaf, söylediklerimi pür dikkat dinlemişti. Zaf'ın, yemyeşil gözleri sevinç ile parındıyordu. Bacakları tir tir titremeye başlamıştı. Heyecanlanmıştı. Ben de heyecanlanmıştım.
- Biliyorum. Ben de sürekli seni düşündüm. Seni düşünerek mutlu oldum. Ve bugün senin bana söylediğin sözlerin benzerlerini ben söyleyecektim. Sen biraz erken davrandın. Ben de yepyeni bir hayata başlamak istiyorum. Ben de yalnızım. Yaşlı bir köpek kadar yalnız. Biliyorum ki, yaşantımda artık sen varsın. Sen beni yalnız bırakmayacaksın. Onlar gibi çekip gitmeyecek, bana korkunç acılar çektirmeyeceksin değil mi?
- Hayır! Hiçbir yere gitmeyeceğim. Söz veriyorum. Ellerini verir misin? Zaaf, küçük ve capcanlı ellerini bana uzattı. Ellerini, avuçlarımın içersine aldım. Ve yemyeşil gözlerinin içersine bakarak, ''Asla gitmeyeceğim'' dedim. En son söylediğimi, epeyce yüksek bir ses tonu ile söylemiş olacağım ki, çalışanlar bakışlarını bize döndürmüşlerdi. Zaf'ın gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. ''Asla izin vermeyeceğim'' dedi.
- Dışarıya çıkalım mı? Şu bahsettiğimiz yepyeni hayata biran önce başlayalım.
- Zaf, gülümsüyordu ve bir yandan gözyaşlarını siliyordu.
Dışarıya çıktığımızda, kel kafalı, hafif göbekli, bitirim satıcı ve yanındaki çocuk görünürde yoktular. Bir an mutsuzluk çöktü üzerime. Bitirim satıcıyı bir daha göremeyecektim. Zaf ile el ele tutuşuyoruz. Zaf'ın yüzünden gülümseme hiç kaybolmuyor.
- Nereye gidiyoruz?
- Kiliseye diyorum.
- Kilise mi?
- Evet. Çok ünlü bir katolik kilisesi az ileride. Mimarisi müthiş. Kesinlikle görmelisin.
Bir kaç dakika sonra kilise'nin içersindeyiz. Zaf, kilise'yi çok beğeniyor. Kilise'nin girişindeki siyahi adam'dan bir mum satın alıyorum.
- Mum ne için? diye soruyor Zaf.
- Mum yakacağız ve dilek dileyeceğiz diyorum.
- Oldukça, hoşuna gidiyor bu fikir.
Zaf'ın ellerine mumu tutuşturuyorum. Zaf, mumu yakıyor ve gözlerini kapayarak bir şeyler mırıldanıyor.
Kilise'den çıktığımızda, ne dilediğini ona soruyorum.
- Söylemem diyor.
- Lütfen diye üsteliyorum.
- Tamam. Bir yazar olarak, ismimin asırlar boyunca unutulmamasını diledim.
Zaf'ın dileğini duyar duymaz bir ıslık öttürdüm.
Hikaye'yi anlatırken, boğazım kuruyor ve öksürmeye başlıyorum. Pusat'ın merak dolu bakışları üzerimde.
- Sonra ne oldu? diye soruyor. Zaf ile yepyeni hayata başladınız mı?
- Başlayamadık diye karşılık veriyorum.
Pusat, sıkılgan bir ifade ile ''Neden?'' diye soruyor.
- Zaf ile o gün çok eğlenmiştik. Ve bir hafta sonra yaşadığım şehre gelmesi için sözleşmiştik. Zaf, otobüse kadar bana eşlik etmiş, daha sonra gözden kaybolmuştu. 1 hafta geçmiş, Zaf'tan ses soluk çıkmamıştı. İyice karamsarlaşmıştım. Bir numara arıyordu. Telefonu açtım. Arayan bir bayandı. Zaf'ın annesi olduğunu söyledi. Çok şaşırmıştım. Heyecanlanmıştım. Zaf'a bir hafta evvel, araba çarptığını ve zaf'ın öldüğünü söyledi. Kadın ağlıyordu ve Zaf'ın eşyalarını toplarken, günlüğünü bulduğunu ve numaramı da orada gördüğünü söyledi. Kıpırdayamıyordum. Zaf'ın öldüğünü öğrendikten sonra gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı. Telefon en son ellerimden kayıp gitti.
- Ya sonra ne oldu? dedi. Ufaklığın, bakışları sabitti.
- Şarap. Çok şarap. Viski. Çok viski. Sarhoş geçen günler. Kitaplıktan Dostoyevski'nin kitaplarının kaldırılması.
Ufaklık, epeyce üzüntülü görünüyordu. Gülümseyerek. ''Hadi bakalım. Bugünlük hikaye yeter. Şimdi doğruca evine git ''dedim. Yanaklarımdan öptü. Ve bir yürüyüp bir bana doğru bakarak, gözden kayboldu.''
Yazan : Asil CAN
1 Mayıs 2014
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder